Avrupa Parlamentosu Raporu Merceğinden Türkiye Nasıl Görünüyor?
Sosyal Demokrat Dergi – Kader Sevinç
Avrupa Parlamentosu Raporu Merceğinden Türkiye Nasıl Görünüyor? Sosyal Demokrat Dergi – Kader-Sevinç
Nisan ayında genel kurulda kabul edilen Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye Raporu, AB sürecinin gereksindiği çoğulculuk, seçim barajı, basın özgürlüğü, yargı, ekonomi gibi bir dizi alanda ilerici kesimlerin savunduğu pek çok görüşün yansımasıyla dikkati çekiyor. Türkiye’den AB değerlerinin merkezinde yer alan demokrasi, temel hak ve özgürlükler, hukuk devletine saygı ve bağlılık göstermesinin beklendiği vurgulanıyor.
Raporun hazırlanma süreci sivil toplum ile beraber Türkiye Cumhuriyeti hükümeti temsilcileri ile de istişareleri içeriyor. Taslaklar da kamuoyuna açık. Yani nihai metnin hükümete sürpriz olması mümkün değil. Son yıllarda AB raporlarına verilen tepkiler ise içi boş milliyetçilik ve popülizm kokuyor, yanlış bilgilendirme ve çarpıtma dolu oluyor. Oransal olarak rapora %63 oranında kabul ve %37 oranında ret ve çekimser oy kullanıldığı görülüyor.
Türkiye Raporu’nun oylamasında siyasi grupların iç tutarlılığı ise şu şekilde: Yeşiller % 93.1 ile en yüksek grup içi tutarlılığa sahip grup; Türkiye’den CHP ve HDP’nin ilişkili olduğu Sosyalistler ve Demokratlar Grubu S&D %87.5 ile takip ediyor; radikal solun grubu GUE-NGL %73, liberallerin grubu ALDE %70, merkez sağ grubu EPP %56.6 ve Türkiye’den AKP’nin ilişkili olduğu Avrupa şüphecilerinin grubu ECR ise %10.48.
Buradan çıkarılacak sonuç AP’deki siyasi gruplardan sol / yeşil gruplar Türkiye politikalarında kendi içlerinde tutarlı ve milletvekilleri siyasi grubu takip ediyorlar; merkez sağ / liberal / Avrupa şüphecileri ise kendi içlerinde derinleşen bir ayrışma yaşamaktalar. Özellikle liberal ALDE’de yaşanan bölünme dikkat çekici. AKP’nin ilişkili olduğu Avrupa şüphecisi ECR grubundaki büyük dağılma ise AKP’nin bu grup üzerinde o ya da bu yönde etkili olmadığını gösteriyor.
Avrupa Birliği içindeki dengeler açısından raporun anlamı
AP’den, hükümet başkanları ve diğer iki AB kurumunun Türkiye ile ilişkileri / mülteci krizini yönetme biçimine Avrupa Parlamentosu’ndan uzun zamandır itiraz var. Avrupa halkları tarafından doğrudan seçimle görev başına gelen ve gücü giderek artan AP hem diğer AB kurumlarının başkanları Juncker ve Tusk’a hem de hükümet başkanlarına itiraz ediyor.
AB müzakere sürecini mülteci krizinin çözümüyle bağlantılandıramaz; ilerleme raporu geciktirilerek ve siyasi anlamlı jestlerde bulunarak bir yere varılamaz mesajı veriliyor. Hem rapordaki vurgudan hem de AP’deki tartışmadan görüleceği gibi, Merkel’in başını çektiği bir siyasi çizgiye yönelik sert eleştiriler var. KIsaca, AB kendi içinde, “Türkiye’de önceliğimiz demokrasi ve dolayısıyla AB sürecinin hakkaniyetle işlevsel hale getirilerek değişim yaratıcı gücünü kazanması mı yoksa Türkiye ve bağlantılı diğer çıkar alanlarında ilkelerimizden ayrı düşen esneklikleri kabul etmeli miyiz?” açmazı ile karşı karşıya.
Bir yandan aşırı sağ / sol partilerinin hızlı yükselişi ve bugünkü AB liderlerinin bir çoğunun dahil olduğu geleneksel merkez siyasete giderek artan toplumsal tepki, AB liderlerinin her konuda karar alma şartlarını güçleştiriyor. İç siyasette, üzerlerinde sürekli olarak hissettikleri zemin kaybı baskısı altında uluslararası kararlar almaya çalışıyor ve hata yapabiliyorlar. Türkiye ile ilgili olanlar da bu genel tablonun bir parçası.
AB hükümet temsilcileri –Türkiye ile ilgili 2005’te müzakerelerin resmen başladığı- AB’nin nispeten daha parlak dönemini yaşadığı yıllardan bu yana yaptıkları ile hata kontenjanlarını doldurmuşlardı. Kıbrıs’ta barış sürecini destekleyen Türkiye ile çözüm için kararlı tutum içinde olmak yerine, müzakere başlıklarının açılmasını engelleyerek kendi kendilerini bir çemberin içine hapsettiler. Benzer hataları, Türkiye de, kendini hapsettiği kısa vadeli müzakere tutumları içinde yaptı. Böylece yıllar içinde AB’nin Türkiye üzerinde ve Türkiye’nin AB üzerinde etkisi,, büyük zarara uğradı.
Türkiye hızla demokratikleşme sürecinden uzaklaşırken ve bunun zeminini oluşturan 2010 anayasa değişiklikleri gibi yasal düzenlemeleri yaparken, AB’nin Türkiye’yi analiz etme kapasitesi de büyük ölçüde zayıflamıştı. Sessizlik ve yanlış analizlerle Türkiye’de demokrasi tarihine kara harflerle yazılacak gelişmeleri izlemiş oldu. Diğer taraftan Türkiye, AB içinde süren değişimi, aşırı hareketlerin yükselişini anlamlandıramadı.
2005’te yakalanan fırsatı demokratikleşme sürecini hızla tamamlayarak değerlendirme yoluna gidemedi. AB’nin parçası olmanın gelecek için de önemini kavrayamayacak kadar içine kapandı. Ankara kriterlerinden Şanghay Beşlisi’ne savruldu, AB raporlarını çöpe atma ve kendi kendine ilerleme raporu yazmaya yöneldi. Bu savruluşlar öyle feci bir hal aldı ki yumuşak gücünü yitirmiş ve içe kapanmış Türkiye artık kendi AB üyelik müzakerelerinde direksiyonu başkalarına devreder hale geldi. Katılımcı ülke olarak AB zirvesi davetleri sürmesi gerekirken siyasi olarak Türkiye davet edilmemeye başlamıştı.
Siyasi konjonktür gereği, mülteci krizi bağlamında AB zirvesine tekrar davet edilince fazlasıyla “müteşekkir” oldu. Geçmişte, AB ile “imtiyazlı ortaklık”ın yarı-sömürge düzeni olacağını, kararın alındığı masada bulunmamanın mümkün olmadığını görebilen Türkiye, meseleyi bir yaftalama konusu olarak görmeye başladı. Adı “imtiyazlı ortaklık” olmasa da pratikte başka hiç bir başka anlam taşımayan projelere, denklemlere kendisini sıkıştırdı. Stratejik ortak olmak ile yetinir hale geldi.
Türkiye, içine kapandığı ve bilgi temelli düşünceden, stratejik karar alma süreçlerinden ve gerçeklerden koptuğu için, AB’nin yaşadığı krizi fırsata dönüştürecek, hem AB, hem Türkiye, hem de diğer katılımcı ülkeler için geçerli olacak bir formül oluşturamadı.
Eğer Türkiye Avrupa’nın içinde gelişen “Çemberler Avrupası” tartışmasını zamanında yakalayarak şekillenmesine katkıda bulunsaydı, bugün İngiltere’nin AB üyeliği (Brexit) tartışmasından, Euro krizinde Yunanistan ve Kıbrıs ile yenilenmiş politikalara uzanan bir çizgide Avrupa’da oyun kurucu haline gelirdi. Bu, maalesef olmadı. Ayrıca bugünü şekillendiren en önemli konular olan dijital ekonomi, temiz enerji teknolojileri ve 4. sanayi devrimi gibi alanlarda fırsatları kaçırdı.
Bütün bu kaosta, AB içinde Türkiye’nin üyeliğini destekleyen kesimler zayıflarken, Türkiye’nin üyeliğine öteden beri karşı kesimler de bunu fırsat bilerek, durumu yönlendirmeye çalışıyorlar. AB ile ilgili her konu ve alanda bu çelişki ve çatışmanın etkileri sürekli görünür hale geldi. Geçmişte Türkiye’nin AB üyeliğine, hiçbir Avrupalı değer ile ilgisi olmayan din/coğrafya/nüfus gibi konular üzerinden demagoji yaparak karşı çıkan kesimlerin Türkiye’yi artık “hükümetin anti-demokratik” uygulamalarıyla vurduğu görülüyor.
Bunlar, Türkiye karşıtlıklarını demokrasi destekçisi maskesiyle gizlemeye çalışan dar gruplar. Türkiye’de demokrasinin gelişimini samimi olarak isteyen ve savunan, Türkiye’yi AB’nin bir parçası olarak görmek isteyen kesimler ise, bazen ırkçılığa varan tavırları olan bu dar kesim ile aynı tarafa düşmekten rahatsız; Türkiye’yi içinden çıkılmaz bir anti-demokratik duruma sürükleyen hükümete ise kızgın.
Avrupa Parlamentosu Raporu’nun Türkiye için anlamı
Avrupa Parlamentosu Raporu’nun Türkiye için anlamı
Avrupa Parlamentosu Raporu, Türkiye’de hükümete, “AB hükümet başkanları ile oynadığınız oyuna biz alet olmayacağız ve anti-demokratik gelişmelerin farkındayız” mesajını veriyor. Teknik değil fakat siyasi anlamı olan rapor, bu açıdan büyük önem taşıyor; AP içindeki farklı görüşlerin bir demetini sunuyor.
CHP Avrupa Birliği Temsilciliği’nin internet sitesinde bulabileceğiniz “Avrupa Parlamentosu Türkiye Raporu, AB ve Türkiye için Anlamları” raporunda ayrıntılarını bulabileceğiniz pek çok kritik alandaki geriye gidişi, yetersizlikleri çok iyi tespit ediyor. Ağır eleştiriler getiriyor. Birçok konuda gerek AB kurumlarına gerekse hükümete açık çağrılarda bulunuyor. Bununla birlikte Kıbrıs gibi bir kaç noktada bazı değerlendirmeler genel geçerin ötesine geçemeyen, kurumsal vasatlıklara takılıyor. İlerici bir tavır sergileyemiyor.
Örneğin raporda, AB sürecinde ilerleme ve demokrasi için de önemli ilerleme alanları olan üç müzakere başlığı “sosyal politika ve istihdam”, “rekabet”, “kamu alımları”dan bahsedilmiyor olması bir eksiklik. Türkiye, AB tarafından üzerinde bir engel bulunmayan bu başlıkları yine de gerekli yasal düzenlemeleri yaparak müzakere‘ye açmıyor. İş kazalarının önlemesi, kadın-erkek eşitliği, kamu ihaleleri, devlet yardımları gibi çok önemli alanlarda AB standartlarının uygulanması geciktiriliyor. AB’nin de Türkiye’yi ileriye taşıyacak konuların tespitinde daha dikkatli, etkili, eylem odaklı ve cesur olmasına ihtiyaç var.
Taslak raporda Ermeni sorunuyla ilgili referansa yer verilmiyor. Ancak bu sorunun rapora, değişiklik önergeleriyle, daha önceki bir kararın referansı olarak dahil oluyor. AP Raportörü Kati Piri de “ raporda konuya ilişkin bir paragraf yok ve -geçmiş senelerde olduğu gibi- üyelik müzakerelerinin de bir parçası değil” dedi. Raportör Piri, demokratikleşme konusunda yoğun eleştiri içeren raporu hükümetin Ermeni sorununu bahane ederek çöpe atmasını “gereksiz ve kuruma saygısızlık” olarak yorumladı.
Öte yandan şunu da not etmek gerekir; raporun başında 1915 ile ilgili karara referans koymanın da, 2014’te alınmış bu siyasi kararın da halklar arası barışa olumlu yönde bir etkisi olduğunu söylemek olanaksız. Bunu bahane ederek rapor içindeki tespitlerin tümünü karartmaya çalışmanın da, AB ile ilişkilere olumlu bir yönde etkisi olduğunu da söylemek imkansız. Asıl meselenin, bu referans değil içindeki sert eleştirileri Türk halkının gözünden kaçırmak olduğunu uluslararası kamuoyunda pek çok kesim görüyor.
Türkiye, üyelik sürecinde, AB raporlarını “çöpe atarak”, kendi kendine ilerleme raporu yazarak başarılı olamaz. Taraflar arasında rahatsızlık duyulan konuların nasıl ifade edildiği, tepki verildiği de önemli bir Avrupalılık testidir. Hükümet bu testte sınıfta kalmıştır.
AB sürecinde demokrasi‘den yolundan geçmeyen bir sihirli formül de yok. Ayrıca demokrasi‘nin zayıfladığı her geçen gün Türkiye’nin uluslararası alandaki çıkarları da zarar görüyor.
AP raporu, üyelik müzakerelerinin başlamasına temel oluşturan Kopenhag kriterlerinden geriye gidişe vurgu yapıyor. Kopenhag kriterlerinin yeterince karşılanmıyor olması müzakere sürecinin kesilmesine neden olacak önemde. Bugün siyasi ortam bunu geciktirebilir; fakat Türkiye demokrasi‘ye dönmek için son çıkışı kaçırırsa geri dönülmez bir yola girebilir.
Dış politikanın her alanında ve AB ile ilişkilerde ciddiyet ve saygınlığa sahip bir siyasal çizginin hayata geçirilmesine acilen ihtiyaç var.
Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği için temel reçete bu rapor ile de bir kez daha teyit oluyor:
Türkiye, AB ile ilişkilerinde ve dünyada uluslararası düzlemde çıkarlarını ancak demokrasi, özgür toplum ve sosyal ilerleme koruyabilir; güçlü bir ülke olabilir.
Türkiye’nin katettiği bu zorlu dönemde, Avrupa da ciddi bir liderlik ve vizyon krizi içinden geçiyor. Bu krizin merkezi siyasette ve. siyaset dünyada önemli değişimlere gebe. Toplumsal talepler ana akım siyasette karşılık bulamadıkça, aşırı sağ ve sol savrulmaların derinleşmesi kaçınılmaz. Türkiye’de de bu süreci doğru okumak elzem.
Mülteci krizi ile yaşanan ve tüm ülkelerin kamuoyu tarafından siyaset kurumunun başarısızlığı olarak algılanan durum, son 10 yılda hem AB hem Türkiye’nin ilişkilerindeki vahim hatalarının sonuçlarından biridir.
Türkiye, AB ile müzakerelerde siyasi engele tabi olmayan sosyal politika, rekabet ve kamu alımları konulu başlıkların derhal açılması için gereğini yapmalı.
Kıbrıs’ta taraflar arasındaki görüşmelerin ve olası referandumların olumlu sonuçlanması, Türkiye–AB ilişkilerinin önünü açacaktır. Bu dönemde demokrasi ve sosyo-ekonomik kalkınma konularında hızla ilerlemeyen bir Türkiye yine çok önemli bir tarihsel fırsatı kaçırır.
Avrupa’nın ve dünyanın gündemindeki temel konular olan işsizlik, dijital ekonomi ve iklim değişikliği gibi siyaset alanlarının Türkiye’de gündemin odağında bulunmaması, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde de asimetri yaratıyor.
Kader Sevinç Avrupa Sosyalistler ve Demokratlar Partisi (PES) Yönetim Kurulu Üyesi CHP Avrupa Birliği Temsilcisi
Comments